8 Aralık 2012 Cumartesi

Vapur tostu...


Vapur tostu nedir, İstanbullular bilir. 15-20 yapraklı defter kalınlığında, kaşarı varla yok arasında -genellikle- yağsız, "preslenmiş" sıcak ekmek... Kolay kolay çaysız insanın boğazından geçmez! Aslında çok da yenilesi bir şey değildir ama evden çıkıp vapur ya da motora yetişeyim derken çarşıdan kahvaltılık alamayanların imdadına yetişir. Azıcık öğrenci işidir; tanesi 1,5 TL'dir. Tane hesabıyla söylüyorum çünkü çoğu erkek tam manasıyla doyabilmek, tostun midede yarattığı o tokluk hissine kavuşmak için iki tane alıp üst üste koyup öyle yer. Kadınlar aza kanaat etmeyi bildiğinden bir tanesi kâfidir...
Vapur tostunun lezzeti, motor ya da vapura bindiğin durakla doğru orantılıdır. Mesela Kadıköy Çayırbaşı'ndan kalkan motorun tostu lezzetsizdir, kurudur. İçine hiç peynir konulmamış, sadece azıcık yağ sürülmüş zannedersin. Ama Kadıköy Moda'dan bindiğin motorun tostunun üzerine inceden yağ sürülür, içine de dişe gelecek miktarda kaşar konulur ki kâğıt yiyormuşsun hissi yaratmasın. Tatmin olmadın diyelim, çift kaşarlı istersin ama ne hitmekse onu da iki tost parasına satıyorlar...
Tostu minik bir saman kağıdına sarıp verirler, şanslı günündeysen bir tane peçete almaya hak kazanırsın. Garsondan peçete isterken kadın ol, erkek ol hiç fark etmez; azıcık gülümsersen o iş garanti...
Ha unutmadan, vapurda, motorda tost yiyeceksen sabırlı olacaksın, çay ocacağının önündeki o sıraya gireceksin, bekleyeceksin. Garsonlar da ayağına kadar getiriyor ama ya soğuk oluyor ya da sırf karışık vardır, kaşarlısı kalmamıştır. Benden söylemesi...

30 Kasım 2012 Cuma

Bir fotoğraf, 3 mutluluk, 1 üzüntü...



2011 Ağustos’u… Beşiktaş’ın UEFA Avrupa Ligi play-off turundaki rakibi, Rusya ekibi Alania… Maç, İnönü’de… Bir kadın olarak daha önce Yeni Açık’ta izlediğim Beşiktaş maçlarında siyah-beyaz atkılarını sallamayanlara ağzını doldura doldura nahoş temennilerde bulunan amigoya ayak uydurma çabası içinde olduğumdan kaçırdığım golleri, bu kez “Numaralı”da görme şansını yakalamışım. Rakip takım ikinci ligten ama maçın, o atmosferin keyfi; paha biçilemez! Hele de karşı tribünde süslü kelimeler ve betimlemelerin nafile kalacağı bir topluluk, ÇARŞI varken…

***

Her gün, dünyanın her yerinden ajanslara düşen gol fotoğrafları gözümün önünden geçiyor, çok da ilgilenmiyorum aslında. Bakıyor geçiyorum… Ama o gol fotoğrafını ben çektiysem…


***
Beşiktaş, o gün, o maçta Alania’ya 3 gol attı. 89’uncu dakikada son noktayı koyan Portekizli Almedia’nın, takım arkadaşları Holosko ve İbrahim Toraman’la gol sevincini paylaşırken sarılması akıllardan silinmeyen –en azından benim için- bir görüntü oluşturdu. 

*** 
“Futbol böyle bir şey, takım arkadaşlığı işte bu!” dedim…
“Keşke tüm meslek gruplarına mensup insanlar, aynı samimiyeti yakalayabilse, sevinçlerini içten bir sarılma ile gösterebilse…” dedim…

***
Son dakikada gol yiyen Alania kalecisi Khomich'in üzüntüsü ve topu kaleden çıkarırken yüzünün aldığı ifade ise mağlubiyetin ve sorumluluğunu yerine getirememiş olmanın verdiği suçluluk duygusunun eseriydi...

***
O gole bir de Hürriyet WebTV’den bakın:
http://webtv.hurriyet.com.tr/4/20764/0/1/son-noktayi-almeida-koydu.aspx

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir kadının ardından

90 yaşında hayatını kaybeden çılgın ve cesur kadın Helen Gurley Brown'un fotoğraflarına bakarken düşündüm; yaşlanmak, yaşlılık, sanki çok uzak bir kavram gibi... 20'li yaşlarda dibine kadar yorduğun, hoyratça kullandığın, ilgi göstermediğin bedenin, tenin, sanki hiç yorulmayacak, hiç kırışmayacak ya da sarkmayacak gibi ışıldıyor. Ve sen yüzünde belirecek en ufacık bir kırışıklığa bile hazır değilsin, en azından 35'ini bulana dek...




Yaşlılık ve güzellik denkleminde cidden merak ettiğim ve en kısa zamanda yaşını, başını almış ve gerçekten "Çok güzel" bulduğum bir kadına sormak istediğim bir husus var, "Bir zamanlar bakışlardan bunalan bedenin yalnız... Ne bir bakış ne de bir dokunuş... Bugün, yıllar önce 'Bu çirkinlikle bizim kızı kimse almayacak beyyy' diye kapalı kapılar ardında, merdiven altlarında ağlatılan Hatçe'den daha mutsuz olduğun doğru mu?" 




60'lı yıllarda "Sex and the Single Girl" kitabıyla Amerika ve Avrupa'da genç kızların, bekâr kadınların cinsel hayatında çığır açan, "Bol bol, zevk ala ala sevişin" tezini korkusuzca savunan Brown'un şu sözleri de yaşını almış bir kadının içine düşeceği buhranın habercisi olsa gerek, “Benim felsefem, eğer seks yapmıyorsanız, işiniz bitmiş demektir. Kızları, yaşlı insanlardan ayıran da budur...”





Dünyanın en tanınmış dergi editörü, Cosmopolitan'ın efsanevi ismi Helen Gurley Brown... Aklındakileri söylemekten asla ve asla çekinmeyen muhteşem New Yorklu... Dergisini 30 yıldan fazla bir süre, renkli bir seks hayatı ve güzellik tavsiyeleriyle doldurdu. Acaba hep "Yaşlılık aslında bir nevi ölüm" tezini mi savunmuştu?...




20 Ağustos 2012 Pazartesi

Pazartesi sabahı, saat: 10.00, istikamet Avrupa yakası...



İstanbul'da bayram, tatil yapamayanlar için bir başka güzeldir...
Şehir sana kalır, hınca hınç dolu sokakları, caddeleri bomboştur...
Birkaç mesire yeri, birkaç popüler sokak dışında kimseler kalabalıktan şikayet etmez...
Tadını çıkarırsın, hatta fotoğraflayıp nispet yaparsın uzaktaki İstanbul ahalisine...
Haftanın ilk günü, köprünün bu boş hali...
Mutlu etti işte...

17 Ağustos 2012 Cuma

“Neden Köşkorman’da kalmadın, şikayetin neydi” diye sordular… Ben de anlattım!


Keyifli bir gün geçirmek üzere Grupanya'daki fırsatı değerlendirmek istedim,
Büyükada’daki “Köşkorman Otel”de 16 Ağustos tarihi (dün) için, rezervasyon yaptırdım. Ancak dün eşimle otele gittiğimizde karşılaştığımız manzara ve gördüğümüz muamele otelin internet sitesinde sunulduğu gibi olmadı...

************

Öncelikle otelin bahçesi çok pisti, çamur içindeki şezlonglar, balçık görünümündeki havuz "Köşkorman"a girer girmez moralimizi bozdu. Otelin içine girdiğimizde ise bizi, resepsiyon yerine paspas ve kova karşıladı. Odamızın yerini gösteren ve etrafında olup bitenden bihaber küçük hanıma havuzun neden pis olduğunu sordum. Bu sırada, yine bir fırsat sitesinden rezervasyon yaptırarak gelen ve otele tesadüfen aynı saatlerde giriş yaptığımız bir çift de şaşkınlıkla etrafa bakıyordu. Küçük hanım, kendisinin yetkili olmadığını, yetkili Cem Bey'in zaten otele hiç gelmediğini, havuzun ise birkaç gündür bu vaziyette olduğunu, otelde kalan yabancı müşterilerin pis haline rağmen havuza girebildiklerini, istersek konuyla ilgili Cem Bey ile iletişime geçebileceğimi söyledi.

************

Bunun üzerine Cem Bey'e telefonla ulaştım ve karşılaştığımız manzarayı anlattım. Kendisi, "Otel bozuk işte, bozuk ne yapayım? Tamir edilecek"dedi. Ben de havuzun temizlendiği başka bir tarihe rezervasyon yaptırıp yaptıramayacağımı sordum. Bana, bağırarak, "Beğenmediyseniz, çıkın kardeşim. Çık, çık, çık, boşalt odayı. İptal et rezervasyonunu, hangi siteyle anlaştıysan oradan al paranı, boşalt odayı. Ne zaman gelmek istiyorsan o zaman yaptır rezervasyonunu" dedi. Bunun üzerine oteli terk ettik. Bu terbiyesizce konuşma karşısında otelde kalmamızı bizden kimse bekleyemezdi. Bu sırada "yetkisiz" küçük hanım, otele gelen tüm müşterilerin benzer şikayetleri olduğunu, hatta kendisine kızdıklarını anlattı. Zaten bugün öğrendiğim üzere, otelle ilgili pek çok şikayet sitesinde benzer şikayetler varmış, hatta havuzun aylardır pis olduğunu yazanlar da var…


Bu, benim dün çektiğim fotoğraf... Havuzun dibi dahi görünmüyor...


Bu da Köşkorman'ın internet sitesindeki tanıtım fotoğrafı... Havuz pırıl pırıl...

************

Haftada bir gün tatil yapan bir kişi olarak yaşadıklarım gerçekten beni, eşimi ve bizimle birlikte otele giren ve büyük hayal kırıklığına uğrayan diğer çifti çok üzdü. Bana kalırsa, Grupanya, Cem Bey ve "Köşkorman"ını fırsat listesinden derhal çıkarmalı...  

9 Ağustos 2012 Perşembe

Anlamsız gelse de akla gelen birkaç söz

Vapurdayım, etrafımı süzüyorum, çeşit çeşit simalar, dillerinde başka başka cümleler... Bazı birkaçının elinde gazete, çoğu pencereden Boğazı seyrediyor...
Yüzde 90'ının Foça patlamasından, yine bir şehit verdiğimizden, bir annenin, bir babanın daha çocuğunun öldüğünden haberi yok.
Hadi haberi olsa ne olacak, kalkıp hep bir ağızdan sloganlar atıp ağlaşacaklar mı? Ya da dış politikalarda olduğu gibi iç politikada da altından kalkamayacağı işlere "hallederiz" modunda gür sesle imza atan iktidara bir daha oy vermem mi diyecekler? Yooo, hiçbiri olmayacak... Zaten de çok değil, daha dün Konya'daki Şehit Aileleri Derneği Başkanı, "Şehit olayı kanıksandı" diyordu...
Aaa neyse tüm vapurlara konulan televizyonların anlaşmalı kanalı Kanal 24 duyurdu şimdi, "Bombalı saldırı, 1 şehit."
Vapurda, "Tüh, tüh, vah vah..." sesleri...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Angry Turks

Emre İskeçeli yönetimindeki HürriyetEgazete için keyifli bir tablet uygulaması olan Angry Turks'ün öyküsünü yazdım... Detaylar haberde :)

12 Haziran 2012 Salı

Özgürlük…





Bir sahil kasabasında, mis kokulu kahvenin bembeyaz fincanından aldığın her yudumda…

Ya da ellerini iki yana açmış uçurtmasının gökyüzünde süzülmesi için çabalayan gencin hevesinde…

Belki, bir gün, bir radyo, televizyon ya da bir gazetenin ilk sayfasında…

Ama kesinlikle özel yetkilerin sınırında…

Bittabi demir parmaklardan ırakta; sevdiğinin kollarında…

13 Mart 2012 Salı

Şubat ayının avanağı



Şubat'ın 6'sı... Sonradan sahibini kaybettiğini öğrendiğim ıslak bir Golden, Çengelköy'ün gözbebeği Çınaraltı'na usul usul geldi, masaların arasından yavaşça, itinalı adımlarla geçip iskelede durdu. Hayatını bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirip birdenbire karanlık sulara gömülmek ister gibi bir hali vardı. Tüm masalar muhabbeti bırakıp onu izlemeye başladı...
Birkaç dakika sonra, tam da çevredekilerin ona olan ilgisi dağılmışken düşündüğünü yaptı ve Boğaz'ın buz gibi sularına kendini bırakıverdi. Yüzdü, yüzdü, yüzdü... Teknelerden birinin dubasını kapıp peşi sıra sürüklemeye başladı. Amacını anlamak için sanıyorum ki bir köpek olmak lazımdı... "Ne yapıyor bu" diye gülüşürken Çınaraltı ahalisi, o, iskeleye çıkabilmek için türlü türlü taklalar attı. Peşinden sürüklediği dubayla iskeleye çıkması imkansız görünüyordu. Ben, "Şimdi ne olacak, ya çıkamazsa" diye hayıflanırken, bir dalıp bir çıkan Golden, iskelenin alt kısmında sığınacak bir liman buldu kendisine; fakat bu kez onu başka bir sorun bekliyordu, iskelenin üzerine o daracık delikten nasıl çıkacaktı?...
Bu sırada Garfield kılıklı bir kedi geldi iskeleye. Bizimki can düşmanını görmüşçesine havlamaya başladı. Garfield ise alay eder gibi bakmaya başladı Golden'a. 
Bu trajikomik görüntünün fotoğrafını çekmek için atıldım. Birkaç kareden sonra Garfield, geldiği gibi sessiz sedasız ayrıldı aramızdan, ağzında Golden'ın yemesi için yere koyduğum kıymalı börekle... Ardından iskelede hummalı bir kurtarma çalışması başladı, fakat yerini sevmiş belli ki; ayak diriyordu, çıkmıyordu girdiği delikten... O, böylesi bir inadın esiri olmuşken, bize de pes etmek kaldı. Kemiklerimize işleyen Şubat soğuğunu birer çay daha içerek ötelemeye çabaladık, sonra da arkamıza baka baka Kadıköy'e doğru yol aldık...
Ertesi gün sabah haberlerinin konuğuydu bizim çatlak. Meğer kaybolmuş, sahibini arıyormuş... Biz mekandan ayrıldıktan sonra canı birden çıkmak istemiş deliğinden. Çınaraltı sakinleri de ona kucak açmış, hemen bir battaniyeyle sarıp sarmalamışlar. Ben televizyon başında dalga geçmeye başlamışken, o, kameralara en masum ve içli bakışını atıyordu, “Sahibimi arıyorum” dercesine…

KİBİR

Şeytanın en sevdiği günah’ derler…

Keanu Reeves ve Charlize Theron’ın oynadığı Şeytanın Avukatı filmini akıllara getirir...

Nietzsche, onu, ‘ruhu kaplayan deridir’ diye nitelendirir...

En büyük günah diye de anılır; ‘Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir’ diye buyrulmuş…

Hande Yener şarkısını söyler… ‘Bir canavar gibi bekliyor pusuda…’

***

Zekâ onu yenemez…

Psikolojik sendrom olduğu kabul edilir…

Yanından geçene ‘selam’ verdirtmez…

Yanlışın karşısında kör eder…

Kendi doğrundan ödün verdirtmez…

Emretmeyi sevdirir…

Hak yemeyi,

Aşağılamayı,

Mağdur etmeyi de…

Sözlüklerde onun için, “Bir durumu veya bir kendinden küçük görmektir” yazar…

Onun tek bir adı var: KİBİR

Burası İstanbul buradan çıkış yok!

İki çocuk babası Sezer’in iddiası…

Bir Pazar günü.
Gece yarısı.
Mecidiyeköy’de.
Yanında üç arkadaşı var.
Dolaşıyor.
Birkaç polis beliriyor yanı başında:
“Kimlikler beyler!”
Gerginlik, hır gür…

***

Apar topar polis merkezine...
Bir iki yumruk, biraz da sopa...
Bir ara elini telefonuna atıyor.
‘Karakol’dan 155’i arıyor:
“Beni dövüyorlar, yardım edin!”
Yanıt:
 “Orada kameralar vardır. Bir şey yapamazlar…”
Sonra yine sopa…
Burnu kırılıyor,
Hastaneye gidiyor,
Ama darp raporu alamıyor.
Şimdi mi?
Şimdi, hâlâ yaşadıklarının şaşkınlığını atmaya çalışmakla meşgul…

***

Azeri A.Ş’nin iddiası…

Sezer’in başına gelenlerden bir hafta önce...
Avcılar’da bir ocak başı…
Mekâna ‘ahlak’ polisi geliyor.
“Beyler bayanlar kimlikler! Haydi polis otosuna…”
Sonra “Erkekler insin… Kadınlar kalsın”
Yenibosna’ya gelince,
“Azeri kadın kalsın, siz de inin…”
Sonrası mı?
Ormanda 4 polis, bir kadın…
Dayak, tecavüz, küfür…
Haykırış, bağırış, isyan…
Şimdi mi?
Şimdi, hâlâ yaşadıklarının izlerini hafızasından silmekle meşgul…

ELMA

ELMAYI çok severim. Yemesini de dalında izlemesini de. Yeşil/sarı ya da kırmızı, fark etmez... En güzel kabuklu kış meyvesi...
***
Kelimenin aslı "alma"dır. Pek çok Türkçe kelimede olduğu gibi o da zamanla değişmiş, "elma" olmuş.
***
Deyimler vardır elma üzerine; "Bir elmanın iki yarısı olmak", "Elma yanak","Yarım elma gönül alma"...
***
Dini literatürde de yeri vardır bu somonsu meyvenin. Adem ile Havva onun merakından kovulmuştur cennetten ve insanoğlu dünyaya gönderilmiştir. Yasak elma ayağına...
***
Alevilerin kutsal meyvesi yine kırmızı bir elmadır...
***
Üvey annesi, Pamuk Prensesi öldürmek istediğinde de kıpkırmızı, pırıl pırıl bir elma verir. Bu büyülü meyveden o da nasibini almıştır yani...
***
Kızlar rejim yaparken çok tüketir, aslında bünyesinde, dişlerin çürümesini engelleyen mikroorganizmaları barındırdığı rivayet edilir,  ama abur cuburu sevenler, elmalı turtaya ya da kurabiyesine bayılır.
***
Ha bir de ilkokul anılarının süsüdür elma. Çok çalışırsan senin de olur, "elma"n kızarır, annen yanağından öper, baban harçlık verir.
***
Çok çalışmak demişken, merhum Steve Jobs da şimdilerde dünyanın bir numarası olan markasının adını "elma" koymuştur; "Apple..." Logoda birazı ısırılmış ama olsun...
***
Cemal Süreya'nın şiiri vardır "Elma" diye; "Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun... Elma da elma ha allahlık... Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı..."
***
Elma bazen sadece bir "elma"dan ibaret değildir. Manevi olarak yani... Gökten 3 elma düşmüş... Sen de sanmışsın ki üçü de senin kafanın üzerine düşmüş, dünyan başına yıkmış...