14 Şubat 2013 Perşembe

Emekli maaşıyla “perhiz” mi olur!





KARISINI döven ya da tehdit eden kocaların “Denetimli Serbestlik Yasası” kapsamında bir bir tahliye edilmesiyle taçlanan Sevgililer Günü’nün sabahında işe gitmek üzere yola çıktım. Önce Kadıköy-Eminönü motoruna sonra da 78 numaralı İETT otobüsüne bindim. Sabahın erken saatlerinde belediye otobüslerindeki görüntü, kafasını cama ya da hiç tanımadığı yol arkadaşının omzuna yaslayarak uyuklayanlardan ibarettir. Lakin güneşli 14 Şubat 2013 sabahında hemen arkamda oturan 65-70 yaşlarındaki iki tonton amcanın hoş sohbetinden kulağıma çalınanlar herkesle paylaşmaya değerdi...
***
Belli ki Anadolu’dan “taşı toprağı altın” İstanbul’a yıllar önce gelmişlerdi; bugünse emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyorlardı... Ses tonları, kelimeleri seçişleri, düzgün diksiyonları bir anda kendi aralarındaki sabah sohbetine dahil etti beni; hele de konu “perhiz” olunca...
***
Başını yakalayamadığım koyu bir sohbetti. Uzun burunlu ve bereli olan, “Kadın bir profesör var, diyor ki; ekmek yemeyin, onun yerine fındık ya da cevizi tercih edin” diye açtı "perhiz" konusunu. Tahminim o ki, kadın profesörden kastı, geçen yıl pek çok kadının tutulduğu “Karatay diyeti” fırtınasının mimarı Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay’dı.
***
Konuşma arasında Vakıfbank’ta müdür olduğunu gururla söylediği bir kız çocuk babası diğer amca ise “Olur mu! Ekmeksiz kahvaltı yapılır mı!” diyerek derhal itiraz etti. Basının “diyetlerin efendisi” olarak tanıttığı koskoca profesör uyduracak değildi ya; bizim bereli amca diretti, “Yok arkadaşım, kadın beyaz ekmekten uzak durulmasını, sabah kahvaltısında da özellikle cevizi, fındığı masadan eksik etmemek gerektiğini söylüyor. Bence haklı! Vardır bir bildiği…”
***
Kısa süreli bir sessizliğin ardından kahvaltı keyfine limon sıkmak istemeyen diğer amcam da, “Yok, yok. En azından bir dilim ekmek yemeli. Bundan taviz veremem, zaten kilo sorunum da yok” diye çıkıştı. Sonra da devam etti: “Ben emekli adamım! Gelirim ortada! Her gün bir - iki avuç ceviz alacak para elime geçmiyor... Ben onu masaya nasıl koyarım! Cevizli, fındıklı perhiz, biz emeklilere göre değil, o dediğin olsa olsa zengin işi, arkadaşım, zengin işi…”
***
Kendi aralarında gülüştükten sonra Karatay’cı amca atıldı, “Valla benim için sorun yok, ben cevizi bulurum her türlü. Bizim Tokat Erbaa’da evlerin içinden bile ceviz ağacı geçiyor, geçenlerde haberlerde gördüydüm belki sen de görmüşsündür. O yüzden isterim memleketten, gelir. Gerçi eskiden çok daha fazlaydı ceviz ağaçları bizim orada, fakat zamanında kereste diye kesen çok oldu, şimdi kel kaldı bazı yerler…”



(Bahsi geçen Erbaa'daki "ceviz ağaçlı" ev, birkaç gün önce gazetelere konu olmuş, Tanoba Ailesi, "20 yıldır evimizin içindeki ceviz ağacı ile yaşıyoruz" demişti.)

***
Cevizin Erbaa sofralarının şahı olduğunu söyledikten sonra da pencereden dışarı bakıp Vatan Caddesi’nin her iki yanındaki binalara işaret etti; “Şu hale bak, yeşil yok, ağaç yok, nasıl memleket burası! Halbuki Fatih Sultan Mehmet Han buyurmamış mıydı; ‘İstanbul’da bir ağaç kesenin kafasını keserim’ diye. Bir de şimdi gelip görse… Aklına gelir miydi, koskoca Osmanlı padişahının… Koskoca İstanbul yitip gidiyor…”
***
Serzenişinde öyle haklıydı ki aslında…
***
Otobüs Emniyet Müdürlüğü’nün önündeki durağına geldiğinde biri indi, diğeri de telefonuna sarıldı… İETT otobüsündeki tatlı sohbet de burada son buldu. Bense “perhiz” için çantama attığım bir avuç bademle yoluma müzik dinleyerek devam ettim…

8 Aralık 2012 Cumartesi

Vapur tostu...


Vapur tostu nedir, İstanbullular bilir. 15-20 yapraklı defter kalınlığında, kaşarı varla yok arasında -genellikle- yağsız, "preslenmiş" sıcak ekmek... Kolay kolay çaysız insanın boğazından geçmez! Aslında çok da yenilesi bir şey değildir ama evden çıkıp vapur ya da motora yetişeyim derken çarşıdan kahvaltılık alamayanların imdadına yetişir. Azıcık öğrenci işidir; tanesi 1,5 TL'dir. Tane hesabıyla söylüyorum çünkü çoğu erkek tam manasıyla doyabilmek, tostun midede yarattığı o tokluk hissine kavuşmak için iki tane alıp üst üste koyup öyle yer. Kadınlar aza kanaat etmeyi bildiğinden bir tanesi kâfidir...
Vapur tostunun lezzeti, motor ya da vapura bindiğin durakla doğru orantılıdır. Mesela Kadıköy Çayırbaşı'ndan kalkan motorun tostu lezzetsizdir, kurudur. İçine hiç peynir konulmamış, sadece azıcık yağ sürülmüş zannedersin. Ama Kadıköy Moda'dan bindiğin motorun tostunun üzerine inceden yağ sürülür, içine de dişe gelecek miktarda kaşar konulur ki kâğıt yiyormuşsun hissi yaratmasın. Tatmin olmadın diyelim, çift kaşarlı istersin ama ne hitmekse onu da iki tost parasına satıyorlar...
Tostu minik bir saman kağıdına sarıp verirler, şanslı günündeysen bir tane peçete almaya hak kazanırsın. Garsondan peçete isterken kadın ol, erkek ol hiç fark etmez; azıcık gülümsersen o iş garanti...
Ha unutmadan, vapurda, motorda tost yiyeceksen sabırlı olacaksın, çay ocacağının önündeki o sıraya gireceksin, bekleyeceksin. Garsonlar da ayağına kadar getiriyor ama ya soğuk oluyor ya da sırf karışık vardır, kaşarlısı kalmamıştır. Benden söylemesi...

30 Kasım 2012 Cuma

Bir fotoğraf, 3 mutluluk, 1 üzüntü...



2011 Ağustos’u… Beşiktaş’ın UEFA Avrupa Ligi play-off turundaki rakibi, Rusya ekibi Alania… Maç, İnönü’de… Bir kadın olarak daha önce Yeni Açık’ta izlediğim Beşiktaş maçlarında siyah-beyaz atkılarını sallamayanlara ağzını doldura doldura nahoş temennilerde bulunan amigoya ayak uydurma çabası içinde olduğumdan kaçırdığım golleri, bu kez “Numaralı”da görme şansını yakalamışım. Rakip takım ikinci ligten ama maçın, o atmosferin keyfi; paha biçilemez! Hele de karşı tribünde süslü kelimeler ve betimlemelerin nafile kalacağı bir topluluk, ÇARŞI varken…

***

Her gün, dünyanın her yerinden ajanslara düşen gol fotoğrafları gözümün önünden geçiyor, çok da ilgilenmiyorum aslında. Bakıyor geçiyorum… Ama o gol fotoğrafını ben çektiysem…


***
Beşiktaş, o gün, o maçta Alania’ya 3 gol attı. 89’uncu dakikada son noktayı koyan Portekizli Almedia’nın, takım arkadaşları Holosko ve İbrahim Toraman’la gol sevincini paylaşırken sarılması akıllardan silinmeyen –en azından benim için- bir görüntü oluşturdu. 

*** 
“Futbol böyle bir şey, takım arkadaşlığı işte bu!” dedim…
“Keşke tüm meslek gruplarına mensup insanlar, aynı samimiyeti yakalayabilse, sevinçlerini içten bir sarılma ile gösterebilse…” dedim…

***
Son dakikada gol yiyen Alania kalecisi Khomich'in üzüntüsü ve topu kaleden çıkarırken yüzünün aldığı ifade ise mağlubiyetin ve sorumluluğunu yerine getirememiş olmanın verdiği suçluluk duygusunun eseriydi...

***
O gole bir de Hürriyet WebTV’den bakın:
http://webtv.hurriyet.com.tr/4/20764/0/1/son-noktayi-almeida-koydu.aspx

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bir kadının ardından

90 yaşında hayatını kaybeden çılgın ve cesur kadın Helen Gurley Brown'un fotoğraflarına bakarken düşündüm; yaşlanmak, yaşlılık, sanki çok uzak bir kavram gibi... 20'li yaşlarda dibine kadar yorduğun, hoyratça kullandığın, ilgi göstermediğin bedenin, tenin, sanki hiç yorulmayacak, hiç kırışmayacak ya da sarkmayacak gibi ışıldıyor. Ve sen yüzünde belirecek en ufacık bir kırışıklığa bile hazır değilsin, en azından 35'ini bulana dek...




Yaşlılık ve güzellik denkleminde cidden merak ettiğim ve en kısa zamanda yaşını, başını almış ve gerçekten "Çok güzel" bulduğum bir kadına sormak istediğim bir husus var, "Bir zamanlar bakışlardan bunalan bedenin yalnız... Ne bir bakış ne de bir dokunuş... Bugün, yıllar önce 'Bu çirkinlikle bizim kızı kimse almayacak beyyy' diye kapalı kapılar ardında, merdiven altlarında ağlatılan Hatçe'den daha mutsuz olduğun doğru mu?" 




60'lı yıllarda "Sex and the Single Girl" kitabıyla Amerika ve Avrupa'da genç kızların, bekâr kadınların cinsel hayatında çığır açan, "Bol bol, zevk ala ala sevişin" tezini korkusuzca savunan Brown'un şu sözleri de yaşını almış bir kadının içine düşeceği buhranın habercisi olsa gerek, “Benim felsefem, eğer seks yapmıyorsanız, işiniz bitmiş demektir. Kızları, yaşlı insanlardan ayıran da budur...”





Dünyanın en tanınmış dergi editörü, Cosmopolitan'ın efsanevi ismi Helen Gurley Brown... Aklındakileri söylemekten asla ve asla çekinmeyen muhteşem New Yorklu... Dergisini 30 yıldan fazla bir süre, renkli bir seks hayatı ve güzellik tavsiyeleriyle doldurdu. Acaba hep "Yaşlılık aslında bir nevi ölüm" tezini mi savunmuştu?...




20 Ağustos 2012 Pazartesi

Pazartesi sabahı, saat: 10.00, istikamet Avrupa yakası...



İstanbul'da bayram, tatil yapamayanlar için bir başka güzeldir...
Şehir sana kalır, hınca hınç dolu sokakları, caddeleri bomboştur...
Birkaç mesire yeri, birkaç popüler sokak dışında kimseler kalabalıktan şikayet etmez...
Tadını çıkarırsın, hatta fotoğraflayıp nispet yaparsın uzaktaki İstanbul ahalisine...
Haftanın ilk günü, köprünün bu boş hali...
Mutlu etti işte...

17 Ağustos 2012 Cuma

“Neden Köşkorman’da kalmadın, şikayetin neydi” diye sordular… Ben de anlattım!


Keyifli bir gün geçirmek üzere Grupanya'daki fırsatı değerlendirmek istedim,
Büyükada’daki “Köşkorman Otel”de 16 Ağustos tarihi (dün) için, rezervasyon yaptırdım. Ancak dün eşimle otele gittiğimizde karşılaştığımız manzara ve gördüğümüz muamele otelin internet sitesinde sunulduğu gibi olmadı...

************

Öncelikle otelin bahçesi çok pisti, çamur içindeki şezlonglar, balçık görünümündeki havuz "Köşkorman"a girer girmez moralimizi bozdu. Otelin içine girdiğimizde ise bizi, resepsiyon yerine paspas ve kova karşıladı. Odamızın yerini gösteren ve etrafında olup bitenden bihaber küçük hanıma havuzun neden pis olduğunu sordum. Bu sırada, yine bir fırsat sitesinden rezervasyon yaptırarak gelen ve otele tesadüfen aynı saatlerde giriş yaptığımız bir çift de şaşkınlıkla etrafa bakıyordu. Küçük hanım, kendisinin yetkili olmadığını, yetkili Cem Bey'in zaten otele hiç gelmediğini, havuzun ise birkaç gündür bu vaziyette olduğunu, otelde kalan yabancı müşterilerin pis haline rağmen havuza girebildiklerini, istersek konuyla ilgili Cem Bey ile iletişime geçebileceğimi söyledi.

************

Bunun üzerine Cem Bey'e telefonla ulaştım ve karşılaştığımız manzarayı anlattım. Kendisi, "Otel bozuk işte, bozuk ne yapayım? Tamir edilecek"dedi. Ben de havuzun temizlendiği başka bir tarihe rezervasyon yaptırıp yaptıramayacağımı sordum. Bana, bağırarak, "Beğenmediyseniz, çıkın kardeşim. Çık, çık, çık, boşalt odayı. İptal et rezervasyonunu, hangi siteyle anlaştıysan oradan al paranı, boşalt odayı. Ne zaman gelmek istiyorsan o zaman yaptır rezervasyonunu" dedi. Bunun üzerine oteli terk ettik. Bu terbiyesizce konuşma karşısında otelde kalmamızı bizden kimse bekleyemezdi. Bu sırada "yetkisiz" küçük hanım, otele gelen tüm müşterilerin benzer şikayetleri olduğunu, hatta kendisine kızdıklarını anlattı. Zaten bugün öğrendiğim üzere, otelle ilgili pek çok şikayet sitesinde benzer şikayetler varmış, hatta havuzun aylardır pis olduğunu yazanlar da var…


Bu, benim dün çektiğim fotoğraf... Havuzun dibi dahi görünmüyor...


Bu da Köşkorman'ın internet sitesindeki tanıtım fotoğrafı... Havuz pırıl pırıl...

************

Haftada bir gün tatil yapan bir kişi olarak yaşadıklarım gerçekten beni, eşimi ve bizimle birlikte otele giren ve büyük hayal kırıklığına uğrayan diğer çifti çok üzdü. Bana kalırsa, Grupanya, Cem Bey ve "Köşkorman"ını fırsat listesinden derhal çıkarmalı...  

9 Ağustos 2012 Perşembe

Anlamsız gelse de akla gelen birkaç söz

Vapurdayım, etrafımı süzüyorum, çeşit çeşit simalar, dillerinde başka başka cümleler... Bazı birkaçının elinde gazete, çoğu pencereden Boğazı seyrediyor...
Yüzde 90'ının Foça patlamasından, yine bir şehit verdiğimizden, bir annenin, bir babanın daha çocuğunun öldüğünden haberi yok.
Hadi haberi olsa ne olacak, kalkıp hep bir ağızdan sloganlar atıp ağlaşacaklar mı? Ya da dış politikalarda olduğu gibi iç politikada da altından kalkamayacağı işlere "hallederiz" modunda gür sesle imza atan iktidara bir daha oy vermem mi diyecekler? Yooo, hiçbiri olmayacak... Zaten de çok değil, daha dün Konya'daki Şehit Aileleri Derneği Başkanı, "Şehit olayı kanıksandı" diyordu...
Aaa neyse tüm vapurlara konulan televizyonların anlaşmalı kanalı Kanal 24 duyurdu şimdi, "Bombalı saldırı, 1 şehit."
Vapurda, "Tüh, tüh, vah vah..." sesleri...