13 Mart 2012 Salı

Şubat ayının avanağı



Şubat'ın 6'sı... Sonradan sahibini kaybettiğini öğrendiğim ıslak bir Golden, Çengelköy'ün gözbebeği Çınaraltı'na usul usul geldi, masaların arasından yavaşça, itinalı adımlarla geçip iskelede durdu. Hayatını bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirip birdenbire karanlık sulara gömülmek ister gibi bir hali vardı. Tüm masalar muhabbeti bırakıp onu izlemeye başladı...
Birkaç dakika sonra, tam da çevredekilerin ona olan ilgisi dağılmışken düşündüğünü yaptı ve Boğaz'ın buz gibi sularına kendini bırakıverdi. Yüzdü, yüzdü, yüzdü... Teknelerden birinin dubasını kapıp peşi sıra sürüklemeye başladı. Amacını anlamak için sanıyorum ki bir köpek olmak lazımdı... "Ne yapıyor bu" diye gülüşürken Çınaraltı ahalisi, o, iskeleye çıkabilmek için türlü türlü taklalar attı. Peşinden sürüklediği dubayla iskeleye çıkması imkansız görünüyordu. Ben, "Şimdi ne olacak, ya çıkamazsa" diye hayıflanırken, bir dalıp bir çıkan Golden, iskelenin alt kısmında sığınacak bir liman buldu kendisine; fakat bu kez onu başka bir sorun bekliyordu, iskelenin üzerine o daracık delikten nasıl çıkacaktı?...
Bu sırada Garfield kılıklı bir kedi geldi iskeleye. Bizimki can düşmanını görmüşçesine havlamaya başladı. Garfield ise alay eder gibi bakmaya başladı Golden'a. 
Bu trajikomik görüntünün fotoğrafını çekmek için atıldım. Birkaç kareden sonra Garfield, geldiği gibi sessiz sedasız ayrıldı aramızdan, ağzında Golden'ın yemesi için yere koyduğum kıymalı börekle... Ardından iskelede hummalı bir kurtarma çalışması başladı, fakat yerini sevmiş belli ki; ayak diriyordu, çıkmıyordu girdiği delikten... O, böylesi bir inadın esiri olmuşken, bize de pes etmek kaldı. Kemiklerimize işleyen Şubat soğuğunu birer çay daha içerek ötelemeye çabaladık, sonra da arkamıza baka baka Kadıköy'e doğru yol aldık...
Ertesi gün sabah haberlerinin konuğuydu bizim çatlak. Meğer kaybolmuş, sahibini arıyormuş... Biz mekandan ayrıldıktan sonra canı birden çıkmak istemiş deliğinden. Çınaraltı sakinleri de ona kucak açmış, hemen bir battaniyeyle sarıp sarmalamışlar. Ben televizyon başında dalga geçmeye başlamışken, o, kameralara en masum ve içli bakışını atıyordu, “Sahibimi arıyorum” dercesine…

KİBİR

Şeytanın en sevdiği günah’ derler…

Keanu Reeves ve Charlize Theron’ın oynadığı Şeytanın Avukatı filmini akıllara getirir...

Nietzsche, onu, ‘ruhu kaplayan deridir’ diye nitelendirir...

En büyük günah diye de anılır; ‘Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir’ diye buyrulmuş…

Hande Yener şarkısını söyler… ‘Bir canavar gibi bekliyor pusuda…’

***

Zekâ onu yenemez…

Psikolojik sendrom olduğu kabul edilir…

Yanından geçene ‘selam’ verdirtmez…

Yanlışın karşısında kör eder…

Kendi doğrundan ödün verdirtmez…

Emretmeyi sevdirir…

Hak yemeyi,

Aşağılamayı,

Mağdur etmeyi de…

Sözlüklerde onun için, “Bir durumu veya bir kendinden küçük görmektir” yazar…

Onun tek bir adı var: KİBİR

Burası İstanbul buradan çıkış yok!

İki çocuk babası Sezer’in iddiası…

Bir Pazar günü.
Gece yarısı.
Mecidiyeköy’de.
Yanında üç arkadaşı var.
Dolaşıyor.
Birkaç polis beliriyor yanı başında:
“Kimlikler beyler!”
Gerginlik, hır gür…

***

Apar topar polis merkezine...
Bir iki yumruk, biraz da sopa...
Bir ara elini telefonuna atıyor.
‘Karakol’dan 155’i arıyor:
“Beni dövüyorlar, yardım edin!”
Yanıt:
 “Orada kameralar vardır. Bir şey yapamazlar…”
Sonra yine sopa…
Burnu kırılıyor,
Hastaneye gidiyor,
Ama darp raporu alamıyor.
Şimdi mi?
Şimdi, hâlâ yaşadıklarının şaşkınlığını atmaya çalışmakla meşgul…

***

Azeri A.Ş’nin iddiası…

Sezer’in başına gelenlerden bir hafta önce...
Avcılar’da bir ocak başı…
Mekâna ‘ahlak’ polisi geliyor.
“Beyler bayanlar kimlikler! Haydi polis otosuna…”
Sonra “Erkekler insin… Kadınlar kalsın”
Yenibosna’ya gelince,
“Azeri kadın kalsın, siz de inin…”
Sonrası mı?
Ormanda 4 polis, bir kadın…
Dayak, tecavüz, küfür…
Haykırış, bağırış, isyan…
Şimdi mi?
Şimdi, hâlâ yaşadıklarının izlerini hafızasından silmekle meşgul…

ELMA

ELMAYI çok severim. Yemesini de dalında izlemesini de. Yeşil/sarı ya da kırmızı, fark etmez... En güzel kabuklu kış meyvesi...
***
Kelimenin aslı "alma"dır. Pek çok Türkçe kelimede olduğu gibi o da zamanla değişmiş, "elma" olmuş.
***
Deyimler vardır elma üzerine; "Bir elmanın iki yarısı olmak", "Elma yanak","Yarım elma gönül alma"...
***
Dini literatürde de yeri vardır bu somonsu meyvenin. Adem ile Havva onun merakından kovulmuştur cennetten ve insanoğlu dünyaya gönderilmiştir. Yasak elma ayağına...
***
Alevilerin kutsal meyvesi yine kırmızı bir elmadır...
***
Üvey annesi, Pamuk Prensesi öldürmek istediğinde de kıpkırmızı, pırıl pırıl bir elma verir. Bu büyülü meyveden o da nasibini almıştır yani...
***
Kızlar rejim yaparken çok tüketir, aslında bünyesinde, dişlerin çürümesini engelleyen mikroorganizmaları barındırdığı rivayet edilir,  ama abur cuburu sevenler, elmalı turtaya ya da kurabiyesine bayılır.
***
Ha bir de ilkokul anılarının süsüdür elma. Çok çalışırsan senin de olur, "elma"n kızarır, annen yanağından öper, baban harçlık verir.
***
Çok çalışmak demişken, merhum Steve Jobs da şimdilerde dünyanın bir numarası olan markasının adını "elma" koymuştur; "Apple..." Logoda birazı ısırılmış ama olsun...
***
Cemal Süreya'nın şiiri vardır "Elma" diye; "Şimdi sen çırılçıplak elma yiyorsun... Elma da elma ha allahlık... Bir yarısı kırmızı bir yarısı yine kırmızı..."
***
Elma bazen sadece bir "elma"dan ibaret değildir. Manevi olarak yani... Gökten 3 elma düşmüş... Sen de sanmışsın ki üçü de senin kafanın üzerine düşmüş, dünyan başına yıkmış...